8 Nisan 2012 Pazar

Göğe Bakma Durağı.

İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım
Şu kaçamak ışıklardan şu şeker kamışlarından
Bebe dişlerinden güneşlerden yaban otlarından
Durmadan harcadığım şu gözlerimi al kurtar
Şu aranıp duran korkak ellerimi tut
Bu evleri atla bu evleri de bunları da
Göğe bakalım

Falanca durağa şimdi geliriz göğe bakalım
İnecek var deriz otobüs durur ineriz
Bu karanlık böyle iyi afferin Tanrıya
Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum
Hırsızlar polisler açlar toklar uyusun
Herkes uyusun bir seni uyutmam birde ben uyumam
Herkes yokken biz oluruz biz uyumıyalım
Nasıl olsa sarhoşuz nasıl olsa öpüşürüz sokaklarda
Beni bırak göğe bakalım

Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum göğe bakalım
Tuttukca güçleniyorum kalabalık oluyorum
Bu senin eski zaman gözlerin yalnız gibi ağaçlar gibi
Sularım ısınsın diye bakıyorum ısınıyor
Seni aldım bu sunturlu yere getirdim
Sayısız penceren vardı bir bir kapattım
Bana dönesin diye bir bir kapattım
Şimdi otobüs gelir biner gideriz
Dönmiyeceğimiz bir yer beğen başka türlüsü güç
Bir ellerin bir ellerim yeter belliyelim yetsin
Seni aldım bana ayırdım durma kendini hatırlat
Durma kendini hatırlat
Durma göğe bakalım

TURGUT UYAR

 Bir de şöyle bir okunmuşu var ki offf :/




23 Aralık 2011 Cuma

#AltıÇizili

"Benden okumak için kitap önermemi isteyenlerin kalbimi de istediklerini sanıyordum; hala öyle!" 

Bizim Büyük Çaresizliğimiz

12 Kasım 2011 Cumartesi

Yaşam kaybetmeyi öğrenmektir.

 
Ahmet Ümit-Kukla'dan

" 'Yaşam kaybetmeyi öğrenmektir' diye başlardı rahmetli Tufan abi. Genellikle ikinci kadehin dibine darı ektikten sonra felsefe yapma hastalığı tutar, sağ elinin tersiyle dudaklarını kurulayarak, iştahla girişirdi söze:

'Kaybetme maceramız daha ana karnından çıktığımızda başlar. Hiç emek harcamadan hüküm sürdüğümüz, dünyanın en güvenli, en yumuşak korunağını, ana rahmini kaybederiz önce. Bizden intikam almak için bekleyen dünya, sanki niye çıktın ordan dercesine, gözlerimizi yakan ışıkları, kulaklarımızı tırmalayan gürültüsü, sıcağı, soğuğu, açlığı, kiri, hastalığıyla saldırır üzerimize. Ama biz de öyle kolay kolay pes etmeyiz. Kaybettiklerimizin yerine anında başka bir şey koyarız. Hem cennetimizi yitirsek de o kutsal yerin sahibi annemiz bizimledir, üstelik yanında bir de baba verilmiştir emrimize. Dışarıdaki dünyaya alışmaya başlayınca kaybettiğimiz cenneti hemen unutuveriririz.

Ancak büyüdükçe annemiz de babamız da bizden uzaklaşmaya başlar; onları kardeşlerimizle paylaştığımızı anlarız. Kardeşimiz yoksa babayı anneyle, anneyi ise babayla paylaştığımızı farkederiz. Bize gösterilen ilgi günden güne azalır. Azalan ilgi dünyanın bizden ibaret olmadığını gösteren bir uyarıdır aslında. Ama bu uyarıyı görmezden geliriz. Düşler kurar, hayaller uydurur, kaybettiklerimizin yerine yenilerini koyarak dünyayı kendimizin sanmayı, bu güzel yalana kanmayı sürdürürüz.

Yeniyetmelik çağımızda anne, baba sevgisinin yerini arkadaşlara duyulan bağlılık alır. Arkadaşlarımızla hiç ayrılmayacağımızı düşünürüz. Keşke sonsuza kadar böyle aynı mahallede, aynı okulda yaşasak diye dilekler tutar, birbirimize sözler veriririz, ama yıllar birer birer alır arkadaşlarımızı elimizden. Ancak yeryüzünde ne kadar kötülük varsa bizde de o kadar umut vardır.

Ergenlikle birlikte aşk denilen o büyülü, o rezil, o soylu, o kahraman, o korkak duygu utançtan kıpkırmızı olmuş bir yüzle çalar kapımızı. Aklımız, yüreğimiz birine takılır kalır. Bu kez yaşamın merkezine onu koyar, her davranışın, her duygunun, her düşüncenin anlamını onda ararız. Kendimizi onun gözlerinde izleyip, bir benzerimizi bulduğumuzu sanarak, dünyanın en güzel, en olmayacak, en aptal düşünü kurarız. Artık mutluluğu yakaladığımızı sanırız. Şansı yolunda gidenler belki de mutluluğu yakalar, ama kısa süreliğine.

Çok geçmeden, koca bir kamyonun, küçük bir çocuğun bisikletini çiğneyip geçmesi gibi gerçek dünya, düşlerimizi parçalayıp verir elimize. Yaşam, o kahrolası oyunlarından birini daha oynar bize. İlk sevgili, ellerimizin arasından kayıp, bilinmeyen sularda kaybolup gider. Bu serüvenden bize düşen ise, dokunduğumuzda içten içe sızlayan bir yara gibi onun anısını sonsuza kadar yüreğimizin en derin yerinde saklamaktır.

İlk sevgiliyi yitiriş de bir uyarıdır aslında. Ömür tanrısı, gençliğin geçici olduğunu sezdirmek istemiştir, ama bunun da farkına varmayız. Yeniden aşık oluruz, olduğumuzu zannederiz, severiz, sevdiğimizi zannederiz ve kaçınılmaz sonuç: evleniriz.

Biriyle birlikte yaşarsak, yazgılarımızın birleşeceğini, yazgılarımız birleşince de kaybetmekten kurtulacağımızı zannederiz. Derken çocuklarımız olur. Yaşam bir yandan alırken bir yandan da vermektedir, diye düşünerek, kurnaz bir tüccar gibi kandırırız kendimizi. oysa o gözüpek yol arkadaşı, o deli dolu gençlik, bedenimizdeki gücü, tazeliği, ruhlarımızdaki sert fırtınaları toparlayıp çoktan terketmiştir bizi.

Derken annemiz, babamız en büyük ihaneti yapar, hangi yaşta olursak olalım, henüz yeterince büyümediğimiz bir anda tek başımıza bırakıp giderler. Ağlarız, yıkılırız, öfkeleniriz, kahrederiz, ama ne yaparsak boşuna, ömür rendesi durmadan bir şeyler eksiltecektir yaşamımızdan. Ta ki artık taşımakta zorlandığımız yorgun bedenimizi, bıkkın ruhumuzu sonsuza dek teslim alana kadar. Ama tuhaftır kaybedeceğimizi bilsek de yine de yaşamayı sürdürürüz. Çünkü hiç bir yerde yazılı olmayan o büyük yasa böyle demiştir. Çoğumuz kaybettiğimizin bile farkına varmayız; her gün biraz daha azala azala yanmakta olan mum gibi tükeniriz.

Bazılarımızsa bu acı gerçeği farkeder. Farkedenlerin bir kısmı kaybetmeye dayanamaz, oyunda yenildiğini anlayınca mızıkçılık yapan çocuklar gibi, hem kendisinin hem çevresindekilerin günlerini cehenneme çevirip mutsuzluklar denizinde ağır ağır boğulup gider. Diğerleri ise bir gün yok olacaklarından emin oldukları halde ne heyecanlarından ne umutlarından ne de sevinçlerinden vazgeçerler. Sonunda başlarına neler geleceğini bile bile, ölümle sınırlı bu maceranın her evresini, her anını merak eder, bir çocuk gibi şaşarak ve hayretler içinde kalarak yaşarlar. Onlar yaşamı asla mutluluğa indirgemezler, çünkü mutluluğa indirgenmiş bir yaşam, yoksul geçirilmiş bir ömürdür.

Yaşamı mutluluğa indirgeyenler de ruhsal açıdan yoksun kimselerdir. Ruh zenginliği kazanmış olanlar, yaşamı acısıyla, mutluluğuyla, ihanetiyle, çirkinliğiyle kabul edenlerdir. Onlar ki, kaybetme sanatını öğrenmişlerdir, bu yüzden yaşama katlanabilme yeteneği geliştirmişlerdir.' "

~~Biterken Çalıyordu~~
Karmate-Kara Duman
http://fizy.com/#s/2b6q5q

2 Ekim 2011 Pazar

Bir Zamanlar Anadolu'da Kurgu Günlüğü

Aylık sinema dergisi Altyazı'nun Ekim sayısında, Nuri Bilge Ceylan'ın "Bir Zamanlar Anadolu'da" filminin 40 sayfalık kurgu günlüğü özel ek olarak dergi ile birlikte verilmekte.

Duyduk duymadık demeyin.


Aynı zamanda dergide film hakkında güzel bir analiz yapılmış. Ama izlemeden okumamakta fayda var.


“Algılarımızın keskinliğini arttırmak için hayatımızın temposunu düşürmemiz gerektiği aşikar. Neden yavaş tempolu filmleri sevdiğim ve böyle filmler yapmak istediğimin nedenleri de buralarda yatıyor zaten.”
Nuri Bilge Ceylan
 




29 Eylül 2011 Perşembe

Notos Ekim-Kasım Sayısı

Edebiyat dergisi Notos Ekim-Kasım sayısında İhsan Oktay Anar dosyasıyla okuyucularının karşısında... İ.Oktay Anar'ın tüm kitaplarını okumuş bir takipçisi olarak benim kaçırmıyacağım bir sayı kesinlikle...

Dergi bugünden itibaren tüm kitapçılardan temin edilebilir.


22 Eylül 2011 Perşembe

Notos Sayısında Oğuz Atay

"Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?" 


Oğuz Atay edebiyat dergisi Notos'un Haziran-Temmuz sayısından böyle sesleniyor okuyucusuna. Demir Yolu Hikayecileri adlı öyküsünün sonundaki seslenişiyle...

Derginin bu sayısındaki yazı dizisi, Atay'a dair bilinmeyenleri, geç keşfedişin ardındakileri ve diğer birçok yazarın ağzından Oğuz Atay'ı anlatıyor okuyucularına. Ayrıca Semih Poroy'un enfes çizimleriyle Oğuz Atay'ın dünyası resmedilmiş. Edebiyat severlerin, bilhassa da Oğuz Atay severlerin kaçırmaması gereken bir sayı olmuş her haliyle.

Benim Oğuz Atay dünyasına girişim bu sayıyla aynı döneme denk geldiği için hemen edinmiştim. Tutunamayanlar'ı bitirdikten sonra da Oğuz Atay'a dair bilmediğim birçok konudaki eksiklerimi gidermiştim. Okuduklarım yazarın diğer kitaplarını okumak için de sabırsızlanmama neden oldu. Özellikle Oğuz Atay'ın en iyi kitabı olduğu söylenen Tehlikeli Oyunlar okuma listemin en başında duruyor. Tutunamayanlar'ı okuyup, burda ondan bahsettikten sonra, Notos'taki yazıdan bazı parçaları burada paylaşayım istedim. Yazarı tanımak ve tanıtmak adına faydalı bir yazı dizisi olmuş.

 Ayfer Tunç: 
"Oğuz Atay bir tür DNA'dır. Yeni kuşaktaki has edebiyatın izleyicileri -ister okur olsun, ister yazar- bu DNA'yı taşır."

Tutunamayanlar, yazıldığı dönemde ne edebiyat çevrelerinde, ne de okurunun gözünde hakettiği ilgiyi görmüştür. Kitaba ilgi 80'ler ile verilmeye başlanmış ve günümüzde de giderek popüler hale gelmeye devam etmiştir.

A.Ömer Türkeş: "Oğuz Atay ismi, ilk romanı Tutunamayanlar ile birlikte anılır. Tuhaf, tam da Oğuz Atay'a yakışan bir tuhaflık; 80 sonrasında kültleşen Tutunamayanlar, yazıldığı yıllarda birkaç yayınevi tarafından geri çevrilmiş, zorlukla yayımlanabilmiş, TRT Roman Ödülü'ne rağmen 70'lerin okurunun ilgisini çekmemişti."

Kitabın geç keşfedilmesi bir yana, beğenisini kazandığı kesim de tam olarak Oğuz Atay'ın karşısında olduğu kesimden olmuş. Oğuz Atay'ın kitaplarında karşımıza çıkan ironisi, kitapları ve okuyucuları arasında da bu şekilde yaşanmış bir nevi. :)

A.Ömer Türkeş: "Yanlış okumalarla keşfedildi Tutunamayanlar. Selim Işık'ta kendisini bulanlar, aslında tam da Oğuz Atay'ın eleştirisini yönelttiği kesimdendir: "Bu roman, muhalif aydının konumunun, onun 'Türkiye'nin toplumsal yapısı'yla baş etme/edememe meselesinin trajikomiği olarak, okur yazarların başucu kitabı haline geldi."

Cevat Çapan: "Türk edebiyatı konusunda belki acımasız değerlendirmeleri vardı Oğuz'un. Bu, edebiyat zevkinin belki önce yabancı edebiatla tanışmış olmasından kaynaklanabilir. Çok iyi yabancı yazarları daha önce okuduğu için Türk edebiyatına oradan girince belki oradaki düzeyi bulamamış olabilir. Ama, A.Hamdi Tanpınar'ı seviyordu. Şiirde Oktay Rifat'ı keşfetmişti. Ve bu yabancılıktan da tedirgindi. Ama o kadar olumlu yönde gelişmeye hazırlıklı, o kadar sağlıklı bir tarafı vardı ki Oğuz Atay'ın, bütün bu kendinde eleştirdiği şeyleri bir şekilde tamamlayabilecek, giderebilecek çalışkanlığı da vardı."


Enis Batur: "Oğuz Atay'ın tarihe, topluma ve insana bakışında Kemal Tahir'le bir hayli ortaklık taşıdığı söylenmiştir. Buna karşılık, edebiyata yaklaşımları, yapıtlarını kuruş biçimleri açısından pek az ortak noktaları vardır. İlle de bir yakınlık aramak gerekiyorsa, Oğuz Atay eskilerden daha çok Halit Ziya'ya, çağdaşlarından ise bir hayli Leyla Erbil'e yakın bir çizgi geliştirmiştir."


 A.Ömer Türkeş: 
"İçinde yaşamış olduğu toplumu çok iyi tahlil etmiş olmalıydı ki, Tutunamayanlar'la TRT Roman Ödülünü kazandığında, henüz 12 Mart darbesi yapılmamış, yarattığı küçük burjuva aydın tipolojisi siyasal ve toplumsal anlamda öne çıkmamıştı. Darbenin ardından yazdığı Tehlikeli Oyunlar'daysa kabuğuna çekilmiş küçük burjuva aydınının çaresizliği daha belirgindir."


  Hakan Günday:   
"Eğer Oğuz Atay böyle romanlar yazdıysa biz Türkçeyle her şeyi yapabiliriz."

Murat Gülsoy: "Oğuz Atay yaşadığı süre boyunca hiçbir zaman bir söylem kurumcu olmadı. Bir yanı Cumhuriyet'in Aydınlanmacı geleneğini sahiplenmek isterken diğer yanı, içinde bulunduğu akademinin, sol çevrelerin, aydın ve sanatçı çevrelerin yozlaşmışlığını gördü. Zaman zaman Kemal Tahir gibi söylem kurucu yazarların etkisine girdiğini okusak da günlüğünden, edebi yapıtlarında tam tersine ironik üslubuyla tüm kurucu-söylemlerin altını oydu."



Murat Yalçın: "Oğuz Atay, çok kötü romanların yazılmasına neden olan çok sevgili bir yazardı. Kötü yazarı azdıran bir romandır, Tutunamayanlar. "Tutunamayan"sa her baltaya sap olabilecekken olmamayı seçen kişi demekti. Böyle kaç kişi var bu ülkede, ona bakmalı."


Murat Gülsoy: 
"Atay'daki Batı otoriter aklın referansıyken, "biz" yarım yamalaktır, eksiktir,çocuk kalmıştır. Aslında bu noktada Oryantalistlerden çok da farklı bir noktada değildir Atay. Sürekli olarak Batı'dan farklı, asla ona dönüşemeyecek bir "biz"den söz eder."

küçük İskender: 
"Türkiyedeki genç okur profili model seçtiği yazarları, şairleri tavırlarına bakmadan gündemde tutma eğilimini hep göstermiştir; 1990 nasıl Bukowski'nin altın yılıysa 1980 de belki Oğuz Atay'ın küllerinden doğuşunun miladı kabul edilebilir."



Murat Belge: "Oğuz Atayda dünya edebiyatı etkileri dediğimiz zaman hemen arkasından bence eklenmesi gereken şey, bunların ne kadar özümsenmiş şeyler olduğudur. Hiçbirisi bir mekanik taklit, yüzeysel bir esinlenme değildir. (...) Mesela Dostoyevski... Ondan kendisi de bahseder, ne kadar sevdiğini anlatır. Dostoyevski'ye romanın şurası benziyor, diyemem; ama Tutunamayanlar veya öteki kitaplarının içinde Dostoyevski'nin bir yerlerde dolaştığını her zaman hissederim. (...) Dostoyevski orada dolaşır ama romanın içinde o artık Oğuz Atay'dır, Oğuz Atay'ın Dostoyevski'sidir, ona mal olmuş bir adamdır."


Oğuz Atay: "Gençliğimde İçimizdeki Şeytan'ı okumuştum. Sabahattin Ali'nin. Doğrusu şimdi yeniden okumaya korkuyorum. Belki o zaman bulduklarımı şimdi bulamam. Yusuf Atılgan da Aylak Adam'ı ile ilgimi çekmişti. Yanık Saraylar'la Saatleri Ayarlama Enstitüsü ilk okuyacağım eserler olacak."

Handan İnci: "Atay'ın Türk edebiyatı içinde iki yazarla ilişkisi üzerinde ayrıca durmak gerekir. Bunlardan biri Atılgan, diğeri Tanpınar'dır. Aylak Adam'da geçen "tutamak sorunu" cümlesinin nasıl büyük bir romana dönüştüğünü görünce Atılgan ne düşünmüştür, bilemiyoruz. Belki de bundandır, Tutunamayanlar'ı "ilginizi umarak" notuyla Atılgan'a gönderen Atay kadar biz de bu ilginin gösterilmemiş olmasına üzülürüz. Atılgan'ın yıllar sonra, "Böylesine güzel roman yazan birinin başkalarını da yazacağını, benim yargıma gereksinmiyeceğini düşünmüştüm.", demesi bile hafifletmez bunu. Tutunamayanları o dönemde en iyi anlıyacak yazarın sessizliği yaralayıcıdır.

Atılgan'ın Oğuz Atay için konuşmamış olması kadar Atay'ın da nedense hep çok seveceğini düşündüğüm Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okumakta gecikmesine, Tanpınar üzerine hiç yazmamış olmasına da üzülürüm. Atay ve Tanpınar'ın sık sık birlikte anılması, birbirine yakıştırılması, Atay'ın Atılgan kadar Tanpınar'la da birlikte düşünülmesi sebepsiz değildir.  Tutunamayanlar,  
Aylak Adam kadar,  Saatleri Ayarlama Enstitüsü'yle de kardeştir; birbirinden habersiz iki kardeş."




Oğuz Atay: "Tutunamayanlar ile çok basit bir iş yapmak istedim;insanı anlatmayı düşündüm. Kapalı dünyalar içinde yaşayan yazarların bile bu cümleye hemen isyan edeceğini, "Peki herkes ne yapıyor?" diye öfkeleneceğini bildiğim halde bu basit gerçeği söylemekten kendimi alamıyorum.

İnsan roman yazmak istediğinde bir yazarın dediği gibi, başka romanlara heyecan duyarak kapılıyor. "Hayatı roman" olanları yazdığı pek görülmüyor.

Olduğundan başka türlü olmak isteyenlerin ülkesinde yaşıyoruz herhalde. Bu durumundan içinden çıkacağımıza güveniyorum. Bu konuda şöyle düşünüyorum. Tutunamayanlar sayfa 213'te "Kaç yıl sonra başlıyacağını henüz bilim adamlarımızın kesinlike tespit edemediği Tunç devri, halkımız için bir iş devri olacaktır. Herkes istediği mesleği seçecektir. Ressam olmak isteyenler reklamcı, yazar olmak isteyenler hukukçu, hukukçu olmak isteyenler tezgahtar, adam olmak isteyenler uşak ve dilediği gibi yaşamak isteyenler rezil olmayacaklardır." Mühendis olduğuma da seviniyorum ayrıca. Başka meslek seçemezdim herhalde."


 Oğuz Atay, "genç bir yazar" olarak yaşadı ve trajik bir hastalık sonucunda öldü. (1934-1977)